1 Ağustos 2012 Çarşamba

Uzak İklimlerden


Burası bozkır coğrafyası.Cengiz Aytmatov’un Orta Asya steplerini anlattığı hikayelerinde ki insanlara benzer buranın insanları.Kışları soğuğun hükmü geçer buralarda, iliklerine kadar üşütür insanı soğuk ve karnına kadar gömer insanı kar.
 İnsanlar yaşadığı coğrafyalara benzer.Oranın havası, suyu belirler mizaçlarını.İşte burası da soğuğun hüküm sürdüğü soğuk insanlar coğrafyası..
Bu sebepten biraz farklıdır huylarımız.Mesela hemen giremeyiz olaya biz, hemen dillendiremeyiz meramımızı, hemen dalamayız her konuya, açılamayız sevdiğimize hemencecik..Söyleyemeyiz aşkımızı, nefesimizi soluklara bölmeden.Seni seviyorum diyemeyiz hesabını yapmadan, düşünmeden..Düz insanlarızdır, renkli değilizdir fakat için içinde düşünmemiz gerekir..Kitabın ortasından başlamak deyimi yoktur bu sebepten buralarda.Çünkü kitabın ortasından başlayamayız ki hiç hayata.Emek vermemiz lazımdır, nasıl ki; tüm yılımızı kışa bedel tutup,  diğer mevsimleri de kışa hazırlık yapmaya ayırdığımız gibi..Yani demem o ki; biz size benzemeyiz..Benzeyemeyiz, çünkü bu havalar nakşetmiştir kişiliğimizi..
Ama sizin oralar faklıdır değil mi?Senin gibi; sıcak ve samimi.Yüzündeki gülücük kadar sıcaktır değil mi sizin oralar.İçinin dinginliği kadar sakin,uykuya dalışın kadar güzel..Geçici darılmaların kadar da geçicidir değil mi kışları..Soğuk iliğine kadar işlemez değil mi sizin oralarda?Acaba aşklarda mı öyledir, soğuk kadar geçici yada hayır, sıcak kadar kalıcı..Bilemedim şimdi, nasıldır sizin oralar?Sahi anlatsana, yazsana sizin oraları..Hikayeni yazsana  uzun uzun, duygularını döksene?Sizin oranın mevsimleri benzer mi duygularına söylesene?


9 Haziran 2012 Cumartesi



Gitmişti makama arz-ı hâl için,
'Bey' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Bir azar yedi ki oldu o biçim...
'Şey' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı,
Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı...
Bir baktı konağa alttan yukarı,
'Vay' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Çekti ayakları kahveye vardı,
Açtı tabakasın, sigara sardı.
Daldı.. neden sonra garsonu gördü,
'Çay' dedi, yutkundu, eğdi başını.

İçmedi, masada unuttu çayı;
Kalktı ki garsona vere parayı,
Uzattı çakmağı ve sigarayı,
'Say' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Döndü, gözlerinde bulgur bulgur yaş,
Sandım can evime döktüler ateş.
Sordum: 'memleketin neresi gardaş? '
'Köy' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Yürüdü, kör-topal çıktı şehirden,
Ağzına küfürler doldu zehirden;
Salladı dilini... vazgeçti birden,
'Oy' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Abdurrahim Karakoç 

(Üstadın anısına..Allah rahmet eylesin büyük şair..)



7 Haziran 2012 Perşembe

Sanal Alem Çocukları ve Blog

Uzun zamandır eleştirdiğim,  sanal alem çocuklarını buraya yazmaya karar verdim..

Maddeleme yapmadan direk dalıyorum konuya..

 Hadi ergen sıpaları anladık,onlar umutsuz vakıa.Lakin bir sene sonra öğretmen olacak üniversite öğrencilerinin de böyle olduğunu  görünce artık anladım ki durum çok vahim.Neden bahsediyorum? Sanal alem manyaklığından.Artık iş çığrından çıktı,millet hepten sapıttı.Bir ortama girin şu muhabbetle karşılaşma olasılığınız yüzdelik dilimin en üst seviyesini zorlar. "Hadi resmimizi çekte face ye koyalım..yok bunu sevmedim bi daha çek..yok olmadı olum düzgün çeksene...bak beni de etiketleyin manyak resim oldu..acayip muhabbet dönecek bu resmin yorumlarında..senin telefon faceye giriyosa paylaşsana.. " Allah belamı versin, durdurun dünyayı, diyeceğim;  artık ben bu milleti kaldıramıyorum.Her gidilen - lokanta, kafe,park,kantin vs. hiç önemli değil üç kişi minumum azınlığa sahipsen yeter- yerde resim çekme iştahı nedir?Anı ölümsüzleştirmek mi?YALAN. Cevap : Facebook .Nasıl bi lanetmişin.Adamlar sırf resim paylaşmak, durum güncelleyip karizma yaratmak için bir yerlere gidiyor. Mesela facebooka koyulmayan resimler hayatın yok hükmünde onlar için.Eğer yorumlanmayan, beğenilmeyen  resimleri varsa bu durum  zaten  başlı başına fiyaskodur.Anı yaşamak deyimi bir kere rafta.Hadi pikniğe gidelim yada kafede muhabbet edelim deyip yola çıkarlar.Eğer o an, durum güncellemesi ile yada resimler yoluyla facebook da paylaşılmadıysa orda ne kadar eğlendiğinin hiç önemi yoktur onlar için..Bir kere başkalarına ne kadar eğlendik, eğleniyoruz, eğleneceğiz diyerek facede duyurmazsan oraya hiç gitme daha yeğdir..Bir de nerde hangi resim çekilir onun da şartları vardır..Mesela parkda yada açık havadaysan ve ayağında konvers varsa resim illaki boydan  çekilir,hele bir de profeyonel makinaya karşı veriyorsanız o pozu zaten makina sizi allar pullar sıkıntı yapmaz.O sırada resmi çeken arkadaşıda elindeki o uzun makinaya gözünü dayarken başka birisi telefonlada olsa çeker ki entellektüel sınıfına tepeden iniş yapsın bir fotoğrafıyla.Şayet kafedeyse tayfa, herkesin kendine özgün olan 1,2,3 olmadı 4 numaralı bakışları kullanarak yüz ifadesi çekilir.Arada soytarılık da  şarttır iilaki.
 Bir başka durum, olduğundan farklı gözükme hastalığı.Askeriye de şöyle bir terim vardır; " -mış gibi yapmak".Yani aslında verilen görevi yapmamışsındır ama yapmış gibi gözükürsün.İşte bu cenahda aynı bu türün varyantlarından. Fark şudur burda "-mış gibi gözükürsün"..Profil resimleri genelde ya bir lüks otomobil de, ya şık bir ortamda ,yada  bi deniz kenarında otantik manzara eşliğinde çekilmiş resimlerdir.Dağda ova da resimlerini göremezsiniz çünkü olduklarını değil olmak istediklerini yansıtırlar profillerine.Yani -mış gibi gözükürler.Durum güncellemelerinde kime ait olduğuna dair en ufak fikir kalıntısına sahip olunmadan paylaşılan sözler, okunmamış fakat bir yerlerden ctrl+c / ctrl+ v klavye hareketleri vasıtasıyla araklanmıış kitap alıntıları, kendilerine dahi ait olmayan ideolojik söylemlerle de bu tezimizi katmerleştirirler.Bu durum millette şişirilmiş egoya neden olmaktadır, başta -mış gibi davrananlar -mışa kendilerini inandırıp öyle olduklarını zannetmeye başlarlar.Şişirilmiş egolar , eksik bilgi adamı ipe götürür kaidesince hiç hayırlı sonuçlara gebe olmayıp, failini bir yerde açık vermekten alıkoymazlar..
   E şimdi bi de blog yazarları çıktı :).Öncelikle baştan söliyim, bu kısım özeleştiriden sayılabilir mi?Hayır :) Niye?Şimdi blog yazıyoruz diye bu cenaha tabi olmamız şart değil.Çünkü bizim blog, okunmayan, google amcanın umrunda olmayan,nette aranınca bulunacak cinsten olmayan, sırf hani belki bizdede bu yazma kabiliyeti varmıdır acep , merakından türemiş bir blog.Derdimiz sesimizi duyurmak değil sesimizi tahlil etmek.(çoğul eki kullandım,  yanlış anlaşılmasın, blogu tek yazıyorum)  Annelerinin çocuklarının büyüyüşünü anlattıkları, yemek tarifleri verdikleri, örgü dikiş resimleri koydukları, bazı genç kızların aykırı tarzlı, ağzı bozuk yazılarla köşe yazarı olacak kadar tutuldukları bloglar artık önü alınmaz hıza geçti fakat bunu daha ergen camiası keşfetmedi onun için çok umutsuz değilim..:) Vesselam

4 Haziran 2012 Pazartesi

Hiç Ayrılmasak



Hiç ayrılmasak ve ben yazmasam, sen ağlamasan; bitse de masal.

Gittin yanımda ellerini unutup, gittin beni masallarla uyutup, gittin sensizliğin sessizliğiyle avutup… Hiç ayrılmasak diyordum, sen ağlamasan, ben yazmasam, bitse de masal…

Şimdi ben gündüz vakti yanık unutulmuş bir sokak lambası yalnızlığıyla üşüyorum. Şimdi ben her gece ıslak uçurumların kenarından simsiyah bir boşluğa düşüyorum. Ki uçurumlar, bilirsin bire bin katar haykırışlarda, buna rağmen ulaşamazsa sana sesim, bil ki kesilmiştir artık nefesim.

Ayrılmasak diyorum; yorulmasa dağlar yükümü taşımaktan. Ayrılmasak diyorum, solmasa pencereler nefesimin buharını solumaktan.  Ayrılmasak diyorum; sen küssen, ben sussam üç vakte kadar…

Seni sevmek başka nefretleri peşinen kabul etmek demekti. Ayrılmak ise, sinsi gözlerin zımni hasetleriyle her gün yüzleşmek demek. Senle olmanın nefretine katlanmayı, sensizliğin zifiri karanlığına tercih ediyor olmam çok mu abes Süreyya?

Diyorum ya ayrılmasak?

Yüzünün neşesi düşmüştü yüzümün üstüne, hüznün gölgesi düştü gözümün üstüne. Şimdi ben böyle, senin kutsi nefesinden fersah fersah ötede, isyan etmeyip de ne yapayım peki söyle? En baştan demedim mi; hiç ayrılmasak ben haykırmasam!

Anlımda senden kalma minnet izleri, yastığımda düşlerimden düşen senin sözlerin. Belki bilmiyorsun ama tavan çatlaklarından senin kelimelerin sökün ediyor üzerime üzerime. Öyle bir vird-i zebun ki, koca Yavuz misali dile getirir ben gibi biçareyi:

Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân/ Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek…

Ben pişman, ben cezalı, ben mahcup, hepsi kabul; biz ayrılmasak tek!

Hiç ayrılmasak ve ben yazmasam, sen ağlamasan bitse de masal.

Bitimsiz uzuyordu parmakların… Bildiğim en iyi müsekkin sendin, parmakların ruhları teskin edici tek ilaç. Hatırla kaç kez uçlarındaki sihri yakalamıştım da, ‘sus’ işareti yapıp, ruhanileri rahatsız etmekten endişe edercesine saçlarıma daldırırdın onları. Ve sen hala ayrılıktan bahsediyorsan bana, söyle o zaman, kim dinginleştirecek hoyrat ruhumu, kim ehlileştirecek geceleri uykumu? 


Israr ediyorum; hiç ayrılmasak, hiç uyanmasak!

Şunu söylediğini hatırlıyor musun? ‘Mucize, eğer sen inanıyorsan vardır?’ Bir çırpıda mucizevî bir şekilde her şeyi bir şeye dönüştürdün.

Bir kelebek hüznüyle karşıladım baharı… Vuslat başlarken henüz, firak karşımdaydı. Biliyordum ki, kavuşmak, ayrılığa atılan ilk adımdı…  Yumuşacık kanatlarımla delip mermerden kozayı, tam soluklarken kendi baharımı, diyorum ki ayrılmasak! Ben uçmasam, sen hıçkırmasan!

Bu kadar yalvardım, bunca dile geldi satırlarım, kelimelerim bir dilenci mahzuniyetiyle talep etti senden mesafesizliği… Sen, vicdanı bir örümcek ağı narinliğinde olan; sen, merhameti bir ipekböceği hassasiyetinde olan ve sen, daha dokunmadan ağlayan… Hiç ayrılmasan, ayrılmasam…

Hiç ayrılmasak ve ben yazmasam, sen ağlamasan bitse de masal.

Ayrılmasak…

( biliyorum bu kadar ii yazamam, elbette ben yazmadım :)

29 Mayıs 2012 Salı

Uzaklara..



 
Bilmem ki ne zaman ulaşır bu mektup sana,

Biliyorum uzak zamanlarda kaldı mektup yazmak bir başkasına.

Çok düşündüm ne yazsam.

Ne söylenirdi ki kapıdan bakıp gidene,

Bir daha geleceği dahi bilinmeyene..

Gerçek olan suretini bile görememişken ,

Ne diyebilirdim ki sana..


Gitmiştin

suskun

ve

sessiz,

Kelimeler öksüz kalmıştı,

Duygular sahipsiz..



Tutsaklıktı aşk,
           
            sadakatti sevgi,
                           
                             samimiyetti dostluk 

Senin lügatine uyan bunlardan hangisiydi?

Bizimkisi  Anadolu lügatiydi,

Sahi senin lügatin neydi?

Jakoben sözlüklerinden fersah fersah uzak,

Tv de ki devrimci aşklarının yanından dahi geçmeyen aşklarımız,

O sözlüklere nasıl girebilirdi ki..



Bizimkisi Yılmaz Erdoğan’ın sevebilme ihtimaliydi,

İhtimali dahi bize yeterdi.

“Ben seni alamam ah Holofira…

Bilirsin kavuşmak yok İslamlıkta 

Kavuşan kısmı ancak gavurdur”  

Diyen şaire uydurmuştuk kendimizi.

Belki tesellimizdi,

Ama bir kılıftı işte,

Umutsuz aşklara, bizimkisi..




Amatör sevdalılar kulübüydük, 

Fiyakalı olmuyordu haykırışlarımız..

Sloganlarımız dahi çakmaydı :

“Dün dünde kaldı cancağızım,

Bugün yeni insanlara aşık olmak lazım”




Sessizdik, belki aşklarımız kadar,

Suskunduk, hani yazılarımızdaki o harfler kadar..

“Bir kulunu çok sevdim…” 

Diye başlayan şarkılar  kadar doluyduk.

Fakat konuşamıyorduk..

Şairin suçladığı kelimeler miydi kifayetsiz olan,

Yoksa bizler miydik konuşamayan?

Aslında suç ne şairin kelimelerinde, ne bizdeydi,

Suç devrin kifayetsizliğindeydi..




Lakin konuşamasak da yazdık,

Kimi zaman not defterine,

Kimi zaman bilgisayarın bir köşesine.

Elbet yazdıklarımız da pek okkalı şeyler değildi.

Tam anlatamazdı bizi.

Lakin yazmasak da yerdi içimizi..


Senden sonra her hikaye yarım, her şiir eksikti.

Biz gibi, her şey gibi, herkes gibi.

Ve biliyorum bu da yarım kalacak,

Bundan sonrakiler  gibi…

24 Mayıs 2012 Perşembe


Gece 01.18, Odamın balkonundan,

Balkondan Kayseri..Bu saat 19 civarındaydı.

Biz bu dağınıklığa "finaller" diyoruz..Kafamda burası kadar dağınık.

18 Mayıs 2012 Cuma

Ayrılık

Tam göğsünüzün ortasında bir yeriniz acıyacak...
Evinizin sizi içine sığdıramayacak kadar dar olduğunu farkedeceksiniz...
Sokağa fırlayacaksınız, Sokaklarda dar gelecek...
Tıpkı vücudunuzun yüreğinize dar geldiği gibi...
Ne denizin mavisi açacak içinizi, ne pırıl pırıl gök yüzü...
Kendinizi taşıyamayacak kadar çok büyüyecek, bir yandanda kaybolacak kadar küçüleceksiniz...
Birileri size bişeyler anlatacak durmadan...
''Önemli olan sağlık.''
''Yaşamak güzel.''
''Boşver herşey unutulur.''
Siz hiçbirini duymayacaksınız...
Göz yaşlarınızdan etrafı göremez hale geleceksiniz...
o'ndan ölmesini isteyecek kadar çok nefret edecek, az sonra kollarinda ölmek isteyecek kadar çok seveceksiniz...
Hep ondan bahsetmek isteyeceksiniz...
''Ölüme çare bulundu'' ya da ''Yarın kıyamet kopacakmış'' deseler başınızı kaldırıp ''Ne dedin?'' diye sormayacaksınız...
Yalnız kalmak isteyeceksiniz...
Hemde kalabalıkların arasında kaybolmak... ikiside yetmeyecek.Geçmişi düşüneceksiniz... Neredeyse dakika dakika, ama kötüleri atlayarak!
Onunla geçtiğiniz yerlerden geçmek isteyeceksiniz, gittiğiniz yerlere gitmek...
Bu size hiç iyi gelmeyecek ama bile bile yapacaksınız...
Biri size içinizdeki acıyı söküp atabileceğini söylese, kaçacaksınız...
Aslında kurtulmak istediğiniz halde, o acıyı yaşamak için direneceksiniz...
Hayatınızın geri kalanını onu düşünerek geçirmek isteyeceksiniz....
Aksini iddia edenlerden nefret edeceksiniz...
Herkesi ona benzetip kimseyi onun yerine koyamayacaksınız...
Hiçbirşey oyalayamayacak sizi ilaçlara sığınacaksınız...
Bir kaç saat kafanızı bulandıran ama asla onu unutturmayan...
Sadece bir müddet buzlu camın arkasından seyrettiren...
Bütün şarkılar sizin için yazılmış gibi gelecek...
Boğazınız düğümlenecek, dinleyemeyeceksiniz...
Uyumak zor, uyanmak kolay olacak, sabahı iple çekeceksiniz...
Bazen de '' Hiç güneş doğmasa'' diyeceksiniz...
Ne geceeler rahatlatacak sizi, ne gündüzler...
Ölmeyi isteyip , ölemeyeceksiniz...
Belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önünüze çıkana sarılmak isteyeceksiniz, Nafile...
Düşüncesi bile tahammül edilmez gelecek...
Rüyalar göreceksiniz, gerçek olmasını istediğiniz...
Her sıçrayarak uyandığınızda onun adını söylediğinizi farkedeceksiniz...
Telefonun çalmasını bekleyeceksiniz...
Aramayacağını bile bile...
Her çaldığında yüreğiniz ağzınıza gelecek...
Ağlamaklı konuşacaksınız arayanlarla...
Yüreğiniz burkulacak...
Canınız yanacak...
Bir daha sevmemeye yemin edeceksiniz...
Hayata dair hiçbir şey yapmak gelmeyecek içinizden...
Onun sesini bir kez daha duymak için yanıp tutuşacaksınız...
Defalarca aradığı günlerin kıymetini bilmediğiniz için kendinizden nefret edeceksiniz...
Yaşadığınız şehri terketmek isteyeceksiniz...
Onunla hiç bir anınızın olmadığı bir yerlere yerleşmek...
Ama bir umut...Onunla bir gün bir yerde karşılaşma umudu...
Bu umut sizi gitmekten alıkoyacak...
Gel gitler içinde yaşayacaksınız... Buna yaşamak denirse...

13 Mayıs 2012 Pazar

Bugün günlerden " GALATASARAY "






















Kadir Has'ta da Türk Telekom Arena'da da biz ordaydık..Şampiyonluğu böyle aldık..